Ana Sayfa
     KARİKATÜR
     KOMİK HABERLER
     SPOR
     FOTO GALERİ
     AŞK GÖLÜ
     DÜNYA HABERLERİ
     MAGAZİN
     SİİRT FISTIKLARI
     OKULUMUZ
     BURÇLAR
     HAREKETLİ RESİMLER
     SİİRT İLÇELERİ
     SİİRTİN YAZARLARI
     TARİHİ ESERLER
     RESİMLİ ŞİİRLER
     İLETİŞİM
     BEŞİKTAŞIM
     HAVA DURUMU
     FIKRALAR
     BİLMECELER
     MANZARA
     AŞK RESİMLERİ
     ŞARKI SÖZLERİ
     İLGİNÇ BİLGİLER
     PEYGAMBERİMİZİN TEBLİĞİ
     SEVGİ ÇİCEKLERİ



siirt güzeli - DÜNYA HABERLERİ


Haber Yayın Tarihi: 09.03.2009 18:29

Küresel ekonomik kriz, tüketim kavramını yeniden tartışmaya açtı. Ekonomilerde kaybolan güven ortamı nedeniyle tüketimin azalması krizin ülkelerdeki etkilerini daha da derinleştirirken, bir yandan da krizin çıkış noktasının aşırı tüketim olduğu yorumları yapılıyor. Değerler ışığından tüketimin yeniden tanımlanması gerektiğini ifade eden uzmanlar, kapitalist toplumsal yapıda tüketilen her şeyin sınıfın, statünün bir temsili olduğuna işaret edilerek, bu statü göstergelerinin değiştirilmesi gerektiğini ifade ediyor. Prof. Dr. Recep Şentürk, "Yeni nesillere tükettiğin şey senin statünün göstergesi değildir, o sadece ihtiyacını karşılamak için yapmış olduğun bir eylemdir. Senin gerçek manada statünü gösteren şey ilim ve takvadır, ahlakındır." mesajının verilmesi gerektiğini söyledi.

Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) tarafından periyodik olarak düzenlenen Beyin Fırtınası toplantılarının ikincisi 'Tüketim ve Değerler' konusunda gerçekleştirildi. Tüketim kavramının değerler açısından ele alındığı toplantının moderatörlüğünü Prof. Dr. Recep Şentürk yaparken, toplantıya farklı alanlardan yirmi beş akademisyen katıldı. Modern toplumlarda aşırı tüketimin, insan sağlığını, çevreyi ve toplumsal değerleri bozduğu fikri üzerinde birleşen akademisyenler, tüketimin bir statü sembolü olarak görülmesinin tüketim çılgınlığını tetiklediğine işaret etti. İslam'ın, serveti ve maddeyi bir araç olarak gördüğünü ve bunu da bir imtihan vesilesi saydığını hatırlatan toplantı katılımcıları, değerler ışığında tüketimin yeniden tanımlanması gerektiğini ifade etti.

Vakıf Başkanı İsrafil Kuralay, UTESAV'da değerler ışığında ekonomik kalkınma ve tüketim gibi toplumsal yaşantımızı doğrudan etkileyen temel konularda düşünsel çalışmalar yaparak değerleri ön plana çıkartmaya çalıştıklarını aktardı. Modern toplumda büyük güven bunalımı yaşandığını, doğanın ve insanın sömürülmesi, bilinçsiz tüketim, aşırı silahlanma ve sekülerleşmenin, dünyayı güvensiz bir yer haline getirdiğini aktaran Kuralay, "Bunun sonucunda da huzursuz ve güvensiz bir toplumsal yapı oluşmaktadır. Bu açıdan değerlerin hayatımızda daha çok yer alması için hepimiz daha çok çalışmalıyız." dedi.

Prof.Dr. Recep Şentürk de, tüketim kavramının yeniden tanımlanması gerektiğine işaret ederek İslam toplumlarında tüketimin nasıl algılandığını şu şekilde izah etti: "İslam toplumlarında statü ilim ve takva ile belirlenen bir şeydi. Kapitalist toplumlarda ise para belirleyici olmuştur. Osmanlı toplumunda sınıfsal yapı ekonomik güce dayanmıyordu. Osmanlı'da ulema ve avam şeklinde bir ayrım vardı. Statü ilim ve takva ile olunca tüketim önemli bir şey olarak görülmemiştir. Neye sahip olunduğu önemli değildi. Çünkü asıl önemli olan ilim ve takva idi.kapitalist toplumsal yapıda tüketilen her şey sınıfın, statünün bir temsili olmaktadır. Bizler bu statü göstergelerini değiştirmek durumundayız. Bunu yapabilmek için dünya görüşünün değişmesi gerekiyor. Yeni nesillere tükettiğin şey senin statünün göstergesi değildir, o sadece ihtiyacını karşılamak için yapmış olduğun bir eylemdir. Senin gerçek manada statünü gösteren şey ilim ve takvadır, ahlakındır mesajının verilmesi gerekiyor."

(CİHAN)
 
Diyetsiz 7 kilo vermek için tıklayın
i sayfanın içeriği
Tatvan'da Kanserli Hasta Yararına Sergilenen 'Otogargara' Adlı Oyun Büyük İlgi Gördü
Bitlis'in Tatvan İlçesinde Faaliyet Gösteren Tatvan Tiyatro Grubu, 4 Yıldır Zor Şartlar Altında Kanser Tedavisi Gören Medeni Altun İçin "Otogargara" Adlı Tiyatroyu Sahneye Koydu. Oyun Büyük Bir İlgi Gördü. 

Haber Yayın Tarihi: 09.03.2009 16:30

Haber:  Tatvan'da Kanserli Hasta Yararına Sergilenen ' Otogargara' Adlı Oyun Büyük İlgi Gördü
Resmi büyütmek için tıklayın

Bitlis'in Tatvan ilçesinde faaliyet gösteren Tatvan Tiyatro Grubu, 4 yıldır zor şartlar altında kanser tedavisi gören Medeni Altun için "Otogargara" adlı tiyatroyu sahneye koydu. Oyun büyük bir ilgi gördü.

Tatvan Tiyatro Grubu Yönetmeni Recep İdikurt, yardım amacıyla düzenledikleri oyuna çok büyük bir rağbet olduğunu belirterek, tiyatroya gelmek isteyen birçok kişini bilet bulamadığını söyledi.

Halkın tiyatroya bedeni ilgi göstermesini kendilerini çok mutlu ettiğini belirten İdikurt, şöyle konuştu: ''Bu ailemize destek sağlamak amacıyla bu oyunumuz sahneliyoruz. Bununla ilgili fazla bir duyuruda bulunmamıza rağmen halkımız tarafından çok büyük bir rağbet gösterdi. Oyuna gelmek isteyen yüzlerce vatandaşımız maalesef salonda yer olmadığından dolayı geri gitti. Halkımızın bu duyarlılığı için minnettarız.''

Diğer sivil toplum örgütleri ve ilgili kurumlarında aileye sahip çıkması gerektiğini dile getiren İdikurt, bu tür faaliyetlere devam edeceklerini kaydetti.

Tatvan'ın Dumlupınar Mahallesi'nde yaşayan ve 4 yıldan bu yana kanser tedavisi gören Medeni Altun ise Tatvan Tiyatro Grubu'nun desteklerinden dolayı çok mutlu olduklarını belirtti.

21 kişilik genç grubun topluma örnek olacak bir davranışta bulunduğunu belirten Altun, toplumun kendi ve kendisi gibi ailelere destek olması gerektiğini sözlerine ekledi. (CİHAN)
 
"Bütün zayıflama yöntemlerini
Obama yönetimiyle birlikte iki devlet fikrine dayalı çözüm arayışı ve çözüm arayışının kilitlenmesi dizisine yeni bir halka daha eklenecek gibi duruyor.

Amerikan yönetiminin başında bir siyâhinin, Obama'nın olduğu ve Olmert'in "Kudüs'ün bazı kesimleri Filistinlilere verilmeden barış olmaz" dediği bir zamanda Ilan Pappe ve Uri Avnery'nin geçen Haziran ayında "İki Devlet mi Tek Devlet mi?" sorusu etrafında yaptıkları tartışma, İsrail'deki Barış Kampında yaşanan fikri ayrılıkları ve bu ayrılıkların nedenlerini anlamamızı sağladığı gibi Barış Kampında iki devletli çözümü savunanlarda "İsrail Devletinin yahudi karakterinin bekası kaygısının", tek devletli çözümü savunanlarda ise adalet kaygısının daha baskın olduğunu görmemize yardımcı oluyor.

Belki hatırlatmakta fayda vardır, başbakan Erdoğan'ın Davos'ta alıntı yaptığı Gilad Atzmon Barış Kampında yer almıyor zira Atzmon, İsrail'in varlığının hiçbir haklı gerekçesi olamayacağını söyleyen bir isim ve İsrail'in varlığının bölge ve dünya barışına karşı bir tehdit olduğuna inananlar arasında yer alıyor.

Oturum Başkanı Zalman Amit: Bu etkinliği başlatan ve bu etkinlik için gerekli çalışmaların çoğunu icra eden Teddy Katz'a teşekkür etmek istiyorum. Bugün ele aldığımız meselenin, siyasi yelpâzenin sol kanadında bulunanların ve daha geniş bir ifadeyle, barış hareketinde yer alanlar şeklinde anabileceğimiz kişilerin karşı karşıya kaldığı en önemli ve en çetin mesele olduğunu söylersem abartmış olmam. Her iki yaklaşımın ve dünya görüşünün en belirgin iki temsilcisi bu akşam bizimle burada olduğu için şanslıyız.

Sağımdaki, Dr.Ilan Pappe, şu an Exeter Üniversitesi tarih bölümü öğretim üyesi, Hayfa Üniversitesi eski öğretim üyelerinden [Pappe: Henüz eski değil]. Solumdaki, Uri Avnery, eski Knesset üyesi, haftalık Haolam Hazeh dergisinin editörlüğünü yaptı ve şu an Guş Şalom hareketinde barış eylemcisi.

Üzerinde mutabık kalındığı üzere tartışma şu şekilde ilerleyecek: İlk önce, Pappe yirmi dakikalık bir konuşma yapacak ve Uri Avnery yirmi dakika cevap verecek. Daha sonra her ikisi de 10'ar dakikalık konuşma yapacaklar. Ardından sorular ve cevaplar kısmına geçeceğiz; ve moderatör olarak sansür uygulamayacağıma söz veriyorum. Ve son olarak Ilan ve Uri, 5'er dakikalık özet konuşmalar yapacaklar.

Şimdi, Pappe'nin ilk turu başlatmasını istiyorum.

Ilan Pappe: Bu etkinlikten, inisiyatiften dolayı, böylesi önemli bir konuyu açık bir forumda müzakere iradesi gösterdiğinden dolayı Guş Şalom'a teşekkür etmek istiyorum. Bunun bir kereye mahsus bir etkinlik olarak kalmamasını, konunun müzakeresi için bir başlangıç olmasını ümit ederim zira bu akşam burada ele aldığımız mesele bizim için can alıcı önemdedir ve hakkıyla ele almak için, ferdi ve toplu bir karara varmak için, Barış Kampı olarak stratejimizi geliştirmemiz için tek bir akşamın yeterli olmayacağı açıktır. Aramızdaki farklılıklar her neler olursa olsun, hepimiz Filistin halkı ve İsrail arasında bir uzlaşmaya inanan Barış Kampına dâhiliz ve bu davanın ilerlemesi için birlikte çalışmak istiyoruz.

Siyonizm, dürtülerden doğmuştur; haklı dürtüler, doğal dürtülerdir bunlar; bu hareketin doğduğu süreç zemininde, Orta ve Merkez Avrupa'nın 19.yy sonundaki gerçekliğinde anlaşılabilecek dürtülerdir.

İlk dürtü, yahudi karşıtı eziyet ve tâciz dalgasını karşılama arzusudur – ve muhtemelen bir de istikbalde daha kötü olayların yaşanacağına dair hiss-i kable'l vukû tezahür etmişti. Böylelikle, Avrupalı yahudilerin can, mal ve şeref korkusuna düşmeden yaşayacakları güvenli bir cennet arayışı başladı.

İkinci dürtü, 19.yy ortalarındaki "Halkların Baharından" etkilenmiştir. Siyonist hareket liderleri, Museviliği sadece bir din değil aynı zamanda ulus olarak tanımlamanın mümkün olduğunu düşündüler. Vakti zamanında her tarafta dolaşımda olan bir fikirdi ve birden fazla etnik veya dini gruplar, kendilerini ulus olarak yeniden tanımladılar. Zamanımız olmadığından dolayı şimdi burada değinemeyeceğimiz sebeplerden dolayı bu iki dürtünün gereğinin hâlihazırda bir milyon kişinin yaşadığı Filistin topraklarında yerine getirilmesine kararı verildiğinde, bu dürtüye verilen cevap, koloni projesine tahvil oluvermesiydi. Yahudilere güvenli bir cennet sağlayacak tek toprağın, yahudi bir ulus devletinin kurulabileceği tek toprağın Filistin olduğuna hükmedildiği anda, bu hümanist ulusal hareket, kolonici bir projeye dönüşüvermişti. Topraklar Birinci Dünya Savaşında Britinya tarafından zaptedildikten sonra bu hareketin kolonici karakteri gittikçe daha fazla dışavurdu.

Siyonizm, kolonici bir proje olarak büyük bir başarı hikayesi değildir. İngiliz mandası sona erdiğinde yahudilerin elindeki topraklar, Filistin topraklarının yüzde altısından fazla değildi. Siyonizm, nispeten az sayıda yahudi göçmeni buraya çekmeyi başarabilmişti. Yahudilerin nüfusu, 1948 yılında Filistin topraklarında yaşayan toplam nüfusun üçte birinden fazlası etmezdi.

Dolayısıyla da kolonici bir proje olarak, bir yerleşim ve bir diğer halkı kovma projesi olarak bir başarı hikayesi değildir. Ancak Filistin trajedisinin de kaynağı olan problem, siyonist liderlerin sadece kolonici bir proje istemekle kalmayıp demokratik bir devlet kurmayı da istemiş olmalarıdır. Siyonizmin kariyerinin ilk başlarında demokratik olmayı istemesi niçin Filistinin trajedisi olsun? Zira halen demokratik olmayı istemektedir. Siyonist kolonyalizmi, Siyonist ulusçuluğu ve demokrasi dürtüsünü bir araya getirdiğinizde Siyonist solda Meretz'den Aşırı Sağ'daki Ulusal Birlik Partisine kadar İsrail'de bugüne değin çeşitli politik duruşlar dayatan bir zaruret hâsıl olur. Demokratik çoğunluk ve yahudi çoğunluğun çakışması zaruretidir bu. Yahudi çoğunluğu sağlayacak her vâsıta meşrudur çünkü yahudi çoğunluk olmaksızın bir demokrasi olamayacağız. Demokrasi olmamız için Arapların kovulması kabul edilebilirdir de. Çünkü en önemli olan şey, burada yahudi çoğunluğunu sağlamaktır. Çünkü siyonist proje, aksi takdirde demokratik bir proje olmayacaktır.

Onbir siyonist liderin 1948'de Tel Aviv sahilinde bulunan Kırmızı Evde toplanıp şu karara varmaları şaşırtıcı değildir: Demokratik bir devlet istiyorsanız ve ama aynı zamanda siyonist projeyi de tamamlamak – yani Filistin'de mümkün olduğunca daha büyük toprağı zaptetmek - istiyorsanız ve fakat çoğunluğunuz yoksa ve nüfusun sadece üçte biri kadarsanız o halde tek seçeneğiniz etnik temizliktir, yahudi devleti için amaçladığınız toprakları Arap nüfusundan arındırmaktır.

Siyonist liderlik, Mart 1948'de Ben Gurion liderliğinde, burada demokratik bir yahudi devleti kurmak için bir milyon Filistinliyi kovmanın gerekli olduğuna kanaat getirdi. Karar alınır alınmaz sistematik bir şekilde Filistinlileri sürgün etmeye koyuldular. Ev ev, köy köy, mahalle mahalle zalimce dolaştılar. Dokuz ay sonra işlerini bitirdiklerinde arkalarında boşaltılmış 530 köy, yıkılmış 11 kasaba bıraktılar. Filistinlilerin yarısı – zaptettikleri toprakta yaşayan nüfusun yüzde 80'ni - evlerinden, tarlalarından ve geçim kaynaklarından uzaklaştırılmıştı. Filistin şehir ve kasabalarının yarısı yıkıldı ve enkaz bölgesine ya ağaçlar dikildi ya da yahudi yerleşimciler getirildi.

Demokratik yahudi devletinin kurulabilmesinin yani o günden bugüne süren siyonist görüş birliğinin müşterek toplanma çağrısının hayata geçebilmesinin tek yolu buydu.

Siyonist hareketin bu eylemi bugün gerçekleşmiş olsa, uluslararası hiçbir kurum, insanlığa karşı işlenmiş suç olarak etiketlemekte tereddüt göstermezdi. Bu kararı olan onbir siyonist lider, uluslararası hukuka göre esasında suçludur. Aradan 60 yıl geçtikten sonra haklarında tahkikat yürütmek imkansız, nitekim hiçbirisi aramızda değil.

1947 yılı BM Taksim Planı ve 1948 savaşından sonra toprağı bölme işlemini yürürlüğe koyma teşebbüsü, adalet gâyesine dayanmadı; çoğu sürgüne gönderilmiş yerli halk için adalet ve haklar ve de yeni yerleşimciler için adalet. Hayır. İki devletli çözümü hayata geçirme dürtüsünün temelinde yatan fikir o zamanlar şuydu ki bugün de aynıdır: Yahudi devletine Filistin topraklarının sadece bir kısmını – hepsini değil – denetleme imkanı verildiğinde Siyonist Minotor tatmin olacaktır.

Birleşmiş Milletler Filistinin yüzde 50'sini teklif etti. Siyonistler için yeterli değildi bu oran ve yüzde 80'nini aldılar; bunun onlara yeterli geleceği düşünülmüştü.

Ancak bu toprak açlığının 1948'de sona ermediğini biliyoruz. Tarihi fırsat kapıyı çaldığında Filistinin yüzde yüzü yahudi devletinin hâkimiyetine girdi.
Büyük Filistin trajedisi bir kez daha yaşandı. Filistin topraklarının yüzde 100'ü yahudi devleti hâkimiyetine girdiği halde demokratik bir devlet kurma ve muhafaza etme isteği canlılığını hâlâ koruyor. Özel bir tür barış süreci başlatılmasının arka zemininde bulunan şey işte budur; barış süreci, "siyonizmin toprak açlığı ve demokratik arzular, Filistin'in bir kısmını – Batı Şeria ve Gazze – İsrail kontrolünün dışında bırakmakla yatıştırılabilir" varsayımına dayanır.

Çifte kazanç sağlanır böylece: Bir yandan Yahudi ve Araplar arasındaki demokrafik denge korunurken diğer yandan Filistinliler hapsedilirler, Siyonist projeyi artık tehdit etmeyecekleri bir yere hapsedilirler.

Fakat bildiğimiz üzere olay yerindeki durum gittikçe karmaşıklaşmıştır. Meron Benvenishti'den bahsetme zamanı gelmiştir belki de; olay yerindeki gerçeklerin umutları boşa çıkartacağına dair bize önceden uyarıda bulunanların ilki oydu.

Çatışmayı sona erdirecek iyi bir çözüm veya siyonist hareketin toprak açlığını dindirmenin ve İsrail'i bir yahudi devleti olarak muhafaza etmenin yolu olarak İsrail devletinin yanıbaşında bir Filistin devleti kurulması zikrine – gitgide zorlukla çekilen bir zikir bu -1980'lerde çoktan başlanmıştı.

Etkenlerden biri de yeni yerleşim yerleri kurulması ve mevcutların genişletilmesi sûretiyle Filistin toprağının boyuna azalmasıdır. Ayrıca, siyasi hareketlerin iki devletli çözümü destekleyen safların sayısını çoğaltmak gibi tabîî arzuları vardı. Tedricen yeni ortaklar buldular ve bu yeni ortaklar "Filistin Devleti" terimine yeni anlamlar bahşettiler. Aslında olan biten şey, iki devletli çözüm fikri ve çatışmayı çözüme kavuşturma arasındaki bağın tedricen kaybolmasıydı.

İki devletli çözüm, İsrail'in 1948'de işlediği suçlara, İsrail'deki yüzde 20'lik Filistin nüfusuna ve 1948'den beri gittikçe artan mülteci nüfusuna hitap edecek kalıcı bir çözüm olmaktan ziyade işgal eden ve işgal edilen arasında aniden bir tür ayrıma gitmenin yolu oldu.

İki devletli çözüm fikri 1990'larda ve de içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarından bu yana geçer akçedir. Destekçileri arasında nihayet Ariel Şaron, Netanyahu ve G.W.Bush gibi isimler bile var.

Fikriniz böylesi yandaşlar kazandığında, söz konusu fikri bütünlüğü içinde yeniden düşünme vakti de gelmiş demektir. İki Devlet fikri barış sürecine temel teşkil ettiği anda, İsrail işgalinin tereddüt göstermeksizin sürdürülmesi için bir şemsiye sağlamış oldu; zira başbakan her kim olursa olsun, barış sürecine katılacak olan resmi İsrail'di ve dahi barış sürecine katılmış bir ülkeyi eleştiremezdiniz.

Barış süreci maskesi altında, "iki halk için iki devlet" sloganı altında yerleşim yerleri genişletildi, Filistin halkına karşı tâciz ve baskı uygulamaları arttı...siyonist ırkçılar ve etnik açlık, Batı Şeria'nın neredeyse yarısını yutacak meşruiyeti elde etti.

Gazze'den çekilme sırasında Ariel Şarona destek gösterilerinde Barış Kampı'nın etkileyici varlığı karşısında etkilenmeden kalmak mümkün müydü?
İki halk için iki devlet formülü ve barış süreci, mantıksal sonuçları itibariyle, iki devlete inanan barış eylemcilerinin – o meydanın adı neydi? Rabin meydanı mı? - Rabin meydanında toplanıp çok yaşa Şaron diye haykırmalarına yol verdi; ve bu sûretle [Gazze'den çekilmeyi alkışladılar ki yirmibirinci yüzyılın en büyük toplama kampında Gazze'nin hapishaneye dönüşmesine alkış tutmaları demekti bu. Şaron destekçisi Barış Kampı'nın haykırdığı buydu esasında]

Bu formül, işgal eylemlerine yönelik dışarıdan gelen eleştirilerin sesini kısmak için bir yandan işgali başka vâsıtalarla sürdürmeyi mümkün kılmış, diğer yandan da İsrail Devleti'nin olay yerinde fiili durumlar yaratmasına imkan vermiştir.

2007 yılına kadar câri durum şudur: Batı Şeria ve Gazze Şeridinde, Filistin Devleti'nin inşasına hizmet edecek görünür tek bir taş yoktur.

Buna nasıl bakmayı tercih edersiniz?

Toprakların taksimini destekleyenler nazarında adalet esas alınacaksa, bu durumda Barış Kampı'nın dillendirdiği iki devletli çözümden daha 'Sinik" (cynical) bir formül olamaz Toprakların yüzde 80'ni işgalciye, yüzde 20'si toprakları işgal edilene. Bu yüzde 20 de en iyi halde muhtemeldir ve ütopiktir. Daha muhtemel olanı yüzde 10'dan fazlası değildir; dağınık ve kuşatma altında bir yüzde 10'luk toprak işgal edilenin payına [düşmektedir.]
Dahası, mülteci sorununa çözümü, bu çözümün neresinde bulacaksınız, 1948'deki etnik temizlik kurbanları hani nereye dönüş yapacak?

Şayet adalet ilkesi rehber olacaksa, ikinci ve üçüncü nesiller nereye dönecek?

Pragmatizm ve realpolitik rehberimiz olacaksa ve tüm istediğimiz, Siyonist Devletin demokrafik etkinlikle birlikte toprak açlığını gidermekse o halde niçin yüzde 80 öneriyoruz? Şayet yabani güç bir başına sonucu takdir edecekse, Tanrı aşkına, Filistinlilere yüzde 0.5 bile önermeye lüzum yok. Vadi Ara [Arapların yaşadığı bir bölge] ahalisini Batı Şeria'ya gönderebilir, Batı Şeria'nın yarısını Ma'aleh Adumim'e katarsınız, [Necef çölü tarafında] Halutza'daki bazı kum tepeleri karşılığında Filistinlileri mübadele edersiniz, çok, pek çok şey yapabilirsiniz. Eğer nihâi belirleyici etken olarak uluslararası ve bölgesel güç dengelerine güveniyorsak, Filistinlilere sızdırmaz bariyer ve duvarlarla çevrili çok küçük bir toprak parçası vermeliyiz zira ahlâki ilkeler rehberimiz değildir, pragmatik bir halkız biz.

Doğrudur, Ramallah'ta Filistinliler var ve bununla iktifa etmeye razılar. Seslerini duyurmayı hak ediyorlar; yüzde 20'lik bir toprağın üzerinde dikili bir devletin değil fakat bir zamanlar Filistin denilen tüm bir ülkede kurulacak müstakbel bir devletin parçası olmayı isteyen mülteci kamplarında, diasporada, işgal edilmiş topraklarda ve İsrail'de yaşayan mültecileri, Filistinli çoğunluğu susturmak kabul edilemezdir. Uzlaşma, egemenlik tanımı, kimlik ve bu ülkenin geleceğine ilişkin sorunların çözümünde Filistinlilerin paylarının olmasına izin vermezsek ne uzlaşma ne adalet veya ne de kalıcı çözüm olacak burada.

Batı dünyasındaki diğer pek çok grubun aksine ve yüzyıllık siyonist ihlalin kurbanları olarak varacakları muhtemel mantığa rağmen, bu Filistinliler, şaşırtıcı bir şekilde müstakbel bir devletin tanımında burada yaşayan yahudilerin haklarına yer vermeyi, o gelecekte onların da yer almalarını istiyorlar.

Daha dün St.Petersburg'dan gelen ve Yeniden Doğuş Kilisesinde dua eden yahudilerin, bu yahudilerin varlığı bile Filistinliler için kabul edilebilirdir. Biz ise Filistinlilerin dönüşünü kabul etmiyor muşuz? Onlar, Lieberman'ın kalmasına razı olacaklar?

Onları da dâhil edelim. Özlemlerine saygı duyalım. Şöyle demeyelim: "Karar verecek olanlar bizleriz, Tel Aviv ve Ramallah'ta olanlar." Hayır, onlar da karar verir.

Hiç değilse fikrin uygulanabilirliğini denetleyelim. Hiç değilse iki fikri de deneyelim, ikisine de şans verelim, iki devlet fikri tek devlet fikriyle yanyana olsun.

Yeni fikre biraz saygı duyalım. Eski fikri yani taksim fikrini altmış yıldır deniyoruz. Sonuç: sürgün, işgal, baskı ve ayrımcılık. Barışı getirmedi. Bir başka şeye şans verelim.

Sadece batı Bak'aha [İsrail'deki Arap kasabası] uygun demokratik bir anayasa taslağı önerip Doğu Bak'ah'ın [aslında Batı Şeria hattı boyunca uzanan aynı kasabanın parçası] geleceği bizi ilgilendirmez demeyelim. [Tabi] Doğu Bak'ah, kaygılarımıza göre bir çembere hapsedilebilir yahut bir diktatörlük altında eriyip gidebilir. Batı Bak'ah'ı, İsrail'in olmasını dilediğimiz "tüm vatandaşların devletinin" bir parçası kılarken Doğu Bak'ah çitin dışında ve belki de işgal altında kalacak. Nasıl yapabileceğiz bunu?

Kan bağımız var, kan bağı ve müşterek trajedi bölünemezdir. Hepimiz, tek bir siyasi karmaşanın içindeyiz.

Kendisi, oğulları ve torunları sürülenler ile oğulları, erkek ve kız torunlarıyla birlikte kendisi de sürülenler, tüm ülkenin geleceği üzerine yapılacak müzakerelerde hep birlikte rol üstlenmelidirler.

Siyasi seçkinlerimiz, çatışmaya çözüm bulma hususunda en iyi ihtimalle liyâkatsiz en kötü ihtimalle de kokuşmuşlardır. Batı ve Arap dünyasında bize eşlik eden seçkinler de kötü durumda. Basitçe bazı politikacılar zamanın belirli bir anında yetkili makamda oturmayacaklarından dolayı, bu seçkinler Sivil Toplum kılığında ortaya çıktıklarında Cenevre balonu uçmaya başlamakta, durum daha da kötüleşmekte ve barış alıp başını uzaklara gitmektedir.

Başka bir model bulacağız; eski ve yeni yerleşimciler hatta şu daha dün gelenler dâhil, çocukları ve torunlarıyla sürgüne gönderilen ve sürgünden arta kalanlar dâhil, hepimiz. Adalet, uzlaşma ve birlikte varolma ilkelerini içeren hangi siyasi yapının onlara uygun olduğunu soracağız.

Başarısız olan modele ilave olarak hiç değilse bir model daha sunalım. Bil'in'de işgale karşı omuz omuza savaş veriyoruz – aynı devlet çatısı altında Bil'in'de birlikte yaşayamaz mıyız? Komşumuz olarak kimi daha çok isteriz? Bil'in mi yoksa Matityahu Mizrah mı? [Bil'in toprakları aleyhine genişleyen yerleşim yeri.]

Sonuç olarak, bu diyaloğun başlaması ve serpilmesi için bir şeyi daha kabul edelim. Her geçen gün artırdıkları işgali tüm önemli çabalarımıza karşın buradan durdurmayız. İşgal, 1948'lerin etnik temizliğine temel teşkil eden aynı ideolojik altyapının parçasıdır; Kufr Kasım'daki arapların katledilmesine [1956], Celile ve Batı Şeria'da toprakların istimlak edilmesine, yargısız infaz ve tutuklamalara temel teşkil eden aynı ideolojik altyapının parçasıdır. Bu ideolojinin en câni dışavurumu şimdi Büyük Kudüs'te ve Batı Şeria'da söz konusudur. Bu savaş suçlarının artmasını engellemek için, cürüm teşkil eden davranışların çoğalmasını engellemek için İsrail Devleti üzerinde dış baskının artması gerektiğinde mutabık kalalım. Suç teşkil eden politikalar sürüp gittiği müddetçe İsrail'in boykot edilmesi çağrısında bulunan gazeteci, doktor ve akademisyen cemiyetlerine teşekkür edelim. Bu davranış devam ettiği müddetçe İsrail Devletini parya devlet kılmak için sivil toplum desteğinden istifade edelim. Buradayız, demek oluyor ki, bu ülkeye ait olan ve ait olmak isteyen herkes yapıcı ve verimli bir diyalog tesis edebilir

Bugün 2 ziyaretçi (16 klik) kişi burdaydı!

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol