Ana Sayfa
     KARİKATÜR
     KOMİK HABERLER
     SPOR
     FOTO GALERİ
     AŞK GÖLÜ
     DÜNYA HABERLERİ
     MAGAZİN
     SİİRT FISTIKLARI
     OKULUMUZ
     BURÇLAR
     HAREKETLİ RESİMLER
     SİİRT İLÇELERİ
     SİİRTİN YAZARLARI
     TARİHİ ESERLER
     RESİMLİ ŞİİRLER
     İLETİŞİM
     BEŞİKTAŞIM
     HAVA DURUMU
     FIKRALAR
     BİLMECELER
     MANZARA
     AŞK RESİMLERİ
     ŞARKI SÖZLERİ
     İLGİNÇ BİLGİLER
     PEYGAMBERİMİZİN TEBLİĞİ
     SEVGİ ÇİCEKLERİ



siirt güzeli - İLETİŞİM


Çizgili Kenar NotlarıDerleyen: Levent CantekTürkiye’de toplumsal, ekonomik ve kültürel olarak dışlanmış, marjinalleştirilmiş olanlar, kenar mahallelerde yaşayanlar, yoksullar… mizah dergilerinde, çizgi romanlar-hikâyelerde nasıl resmediliyorlar? Keko, Köylü Mehmet, Avanak Avni, Cavavar Suphi, Zalim Şevki, Kelek Osman, Çeto… “kenar hayat”ın neresinde duruyor?

Çizgi roman kültürü üzerine yapmış olduğu Marko Paşa, Türkiye’de Çizgi Roman ve Çizgili Hayat Kılavuzu incelemeleriyle tanıdığımız Levent Cantek’in derlediği Çizgili Kenar Notları’nda, son yirmi beş yılda derinleşen sınıfsal yarılmaların, toplumsal tahayyüle nasıl yansıdığını gösteren çalışmalar yer alıyor.

Funda Şenol ve Levent Cantek, Oğuz Aral ve Süavi Süalp’in “ Teneke Mahallesi, Lehimsiz Sokak”ta oturan genç, yoksul ve işsizlerinin oluşturduğu romantik kenar mahallerinden, Ergin Ergönültaş’ın Mikrop ve Pişmiş Kelle dergilerinde anlattığı ,“sevimli” hikayelerin aksine, edebi, rahatsız edici ve “meselesi” olan anlatılarından, çizgi romanlarda kenar mahallenin nasıl tasvir edildiğine bakıyorlar. Bu bakışın kertezini de Ergönültaş’ın anlatıları oluşturuyor; yazarlar da bu tercihlerinin tesadüfü olmadığını yazının içinde açıkça da ifade ediyorlar. Cantek’in kitabın aynı zamanda derleyeni olması, bu tercihi- Yeşilçam’da ve bugün kimi TV dizilerinde sürdürülen dayanaşmacı mahalle fikrine, mahalli güzellemelerine, naif iyimserliğe karşın insani zaafları, sınıf çatışmalarını ve ekonomik açmazları anlatmayı tercih etmek- kitabın geneline de yayıyor; dolayısıyla da kendi çizgi roman dünyasını kenardakilerle kurmuş bir sanatçının, Ergin Ergönültaş’ın eserleriyle ilgili yazılar, kitapta başlıbaşına bir bölüm oluşturuyor; bölüm dışında kalanlar da mutlaka Ergönültaş’a değiniyorlar.

Şenol Bezci, Sevilay Çelenk ve Funda Şenol da, üç pencereden Ergönültaş’ın Terso hikâyesini okuyorlar: Kenar mahalle algısı, mağdur-kahramanlar, yoksulluğun içine kapalılığı ve çaresizliği…Funda Şenol “Terso, Bir Çıkışsızlık Hikayesi” başlıklı yazısında Terso’nun, kenar’ın merkezle somut ilişkisinin sadece polisiye vakalarda sorgulandığı bir hikaye olmasına rağmen, yoksulluğu, çaresizliği ve kendi üzerine kapanma durumunu anlattığı için aslında kenar’ın merkezle imtihanı üzerinde bir hikaye olduğunu söylerken; Bezci “ Terso Vesilesiyle Engin Ergönültaş ve Kenar Mahalle” başlığı altında Ergönültaş’ın çalışmalarıyla kenar mahallenin geçirdiği değişimi belgelediğini belirtiyor. Kitabın en “romantik” yazısı ise “Tersosun sen Terso Kal” çağrısı yapan Sevilay Çelenk’ten.

cizgilikenarnotlariGürsel Korat ve Tanıl Bora ise Ergönültaş’ın başka bir hikâyesinden hareketle yoksulların/garibanların çizgi roman ve popüler edebî söylemdeki temsilleri üzerine düşünüyorlar.Çıkan sonuç: Ergönültaş’ın ‘mesajı’ yoksullar adına konuşmak değil, hatta yoksulları konuşturmak da değil, önce onları görünür kılmak; belki, onlarla “ilgilenmeye” çağırmaktır.Bu “görünür kılma” çabasının en önemli basamaklarından olan Mikrop Dergisi’ni de Levent Cantek okuyor. Cantek, 1970’li yılların sonunda Ergönültaş öncülüğündeki dergiyi incelerken bugün için de çarpıcı bir mukayese çerçevesi sunuyor: Ferit Öngören’e göre, “ Akbaba salon dergisiydi ve yayımlandığı yıllarca bunu devam ettirdi, fakat Gırgır sokak dergisiydi. Sokakta konuşulanlar dergiye taşınırdı, zaten sokaktan gelen çocuklar, derginin genç çizerleri kendi kuşağının mizahını getirmeye başladılar.” Bu açıdan değerlendirildiğinde, Mikrop “arka sokakların” dergisidir ve 1970’li yılların sonunda, Mikrop’çuların arka sokakların duvarlarına çizdikleri karikatürler, yazdıkları yazılar, hala yerinde durmaktadır.Gırgır dergisinin düsturu ”Kendi çevreni gözlemle, sana ait sorunları çiz” idi. Bu yaklaşım nedeniyle halkın gündeminde olmayan konularda karikatürler göremezdiniz. Fakat o dönemin çok genç olan çizerleri çoğunlukla, köyden İstanbul’a göçmüş ailelerin çoçuklarıydı ve hala kenar mahallelerde yaşıyorlardı. Aradan geçen yirmi yılda çizgi romanda kenar mahalle tasviri ve temsili bir hayli değişti. Dünün o genç yazarları “gözlemledikleri çevre”yi değiştirmiş, işlerinde de yükselmişlerdi; dolayısıyla da, sorunları ve de çizimleri değişmişti: Behçet Aysan’ın çizdiği kenar mahalleden - İner şafağın alacasında/ iner kenar mahallerden/ yürüyerek ve trenlerle/ Battal Gazi Destanı ve Kan Kalesi/ ve kılıcıyla Ali’nin mızraklı ilmihaller/ Yok başka bir cehennnem/ yaşıyorsunuz işte!”- Cihangir’in Kötü Kedisi Şerafettin’e gelmiştik. Kitapta bu değişimin ve de dönüşümün canlı bir analizini Serpil Aydos’un, son yirmibeş yıldaki ekonomik dönüşümün kültürel ve sınıfsal sonuçlarının LeMan’daki yansımalarını ele alan yazısında ve de Can Yalçınkaya’nın, L-Manyak ve Lombak dergilerinde Cihangir semtinin temsillerine göz attığı çalışmasında bulabiliyoruz.

Bir marjinal kategorisi olarak Kürtlerle ilgili de iki makale var kitapta: Aydan Çelik, Ender Özkahraman’ın kirli savaş’ın doruğa çıktığı doksanlar boyunca tam sayfa olarak LeMan’da yayınlanan Orası Hikâyeleri’ni inceliyor, Mesut Yeğen de Doğan Güzel’in Qırıx karakterini.

Çelik’in, Ender Özkahraman’a ilişkin tespitleri, doğu ve güneydoğu’ya ilişkin edebiyatımızdaki tek düzeliğinin nedenlerine de ışık tutuyor: Ender Özkahraman’ın bir çizer olarak oraya dair anlattıkları bir empati ya da kelimenin dar anlamıyla bir dizi gözlemin sonucu değildir. Kendisi de o coğrafyanın çocuğudur. Bir yerde ontolojik bir mecburiyettir yaptıkları. Örneğin Paris’ten, asker-öğretmrenlik yapmak için Hakkari’ye giden Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim’de yaptığı şey olsa olsa bir anlama halidir. Ender Özkahraman ise daha çok, anlamak değil anlatmak ister.”Mesut Yeğen’de Türk Ceza Yasası 301. maddenin “301 olmazdan önceki hali” TCK 159’dan sabıkalı Qırıx bantını anlatıyor. Doğan Güzel tarafından çizilen Qırıx doksanlı yıllarda Özgür Gündem gazetesinde yayımlandı. Hep omuzda taşınan ceketi ve zuladaki “sator”u ile Keko, sakalı çıkmayan arkadaşı kendini kötü hissetmesin diye kendisi de sakal bırakmayan Çeto; polislere su satmayacak kadar “politik” ilkokul çağındaki Kuto, meshur siyasi abe, Feyzo…ve bantın esas kahramanı Diyarbakır. Yeğen’de “ontolojik mecburiyet”ten olsa gerek Qırıx üzerinden iki celp arasındaki bir şehrin kenar mahallelerini anlatıyor. Gökçen Ertuğrul-Apaydın da, günümüzün çizgili mizah dergilerinde beden, erkeklik ve cinsellikle ilgili anlamlandırma mekanizmalarının izini sürüyor, gündelik hayatla önemli bir bağı bulunan mizah dergilerindeki temsillerin, içinde yaşadığımız toplumu anlamak açısından, ne gibi imkanlar sunabileceğini tartışıyor: Mizahi temsil biçimleri toplumda derinden işleyen grift iktidar ilişkilerinin kurulması ve doğallaştırılmasında önemli bir gerçeklik katmanı olarak karşımızda duruyor; ama öte yandan, toplumdaki egemen söylemleri alaya alarak bu ilişkileri ele veriyor ve toplumsal ilişkilerin anlaşılması ve belki de özgürleşim açısından önemli imkanlar sunuyor. Yazımızın son sözü kitabın yazarlarından Gürsel Korat’tan: Pişmiş Kelle dergisinin 22 Ağustos 1991 tarihli bir sayısında bir karikatüre rastladım: Kitle gösterisi yapan kalabalık- Enternasyonel marşının sözlerini değiştirerek- şöyle bağırıyor: “Bu kavga en sonuncu kavgamız artık. Kapitalizmle kurtulur insanlık.”…en sonuncu kavgalarını vermişler, yoksullar içinm çizmişler, ama anlaşılan o ki, çizdikleri roman kahramanları gibi çığlıklarını kimseye duyuramadan bir kenera itilmişler. Acaba, diyorum, şimdi yoksulluğu bu kadar çıplak gösteren bir çizgi var mı? Bir sınır çizgisi? “İnsanlık ölmedi, vicdanımız çok şükür yerinde” diyenlerin bir çizgisi var mı?

Ne dersiniz? Var mı?

 

BASKIN ORAN

Kenan Evren’in yazılmamış anıları

 

 

“Vatana bıraktığın bir büyük eser,

Vilayetim seni bağrına basar,”

 

Yozgat ili adına 7. cumhurbaşkanı Kenan Evren’e yazılmış şiirden iki mısra.

 

İdam insan haklarına aykırıdır diye, hayat boyu hapishanelerde mi besleyeceğiz?

28. 04. 1985

 

Yemekler iyi pişirilmiyor diyen haindir.

1.10.1984

 

Din derslerini, çocuklarımızın beyni yıkanmasın diye mecburi yaptık.

19.10 1981

 

M.Ö 500 yılında emeklilik mi vardı?

1.5.1985

 

“İdam kararını onayladım. Onaylarken de elim hiç titremedi ve hiç vicdan azabı da duymadım.”

Yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren için 22 yıl sonra…1 Mart 2006

 

kenanevreninyazilmamisanilariBaskın Oran, 17 yıl tekrar yayımlanan kitabında, 12 Eylül’den sonra dünyaya gelmiş , ihtilal ateşinin iyice soğuyup, liberalleşmenin çeyrek asrı devirdiği, muasır medeniyetler seviyesine yürüyüşümüzün AB sapağından kat ettiği günümüzde, dile kolay bir kuşağa ulu önderin ağzından feveran + hitap eden bir ihtilalin kumandanı, devlet ve nihayetinde cumhur reisi ; Kenan Evren’i anlatıyor. Darbeden sonra doğmuş, ihtilalin gölgesinde ki Türkiye’de büyüyen şimdiki zamanın ‘genç’ nesline, niyetinin ihtilal depremini açığa vurmak olduğunu da bizatihi dile getirerek. Bir tür anı defteri üslubunda 11 eylül 1980 Perşembe günüyle açılan kitap, zaman zaman 60 Muhtırasına kadar da gidilen bir çalışma aynı zaman da. Milli Güvenlik Konseyinden Türk İslam sentezine, Kürt sorunundan demokrasinin yeniden inşasına , idamlardan, hükümlerden ve cezaevlerinde yitip giden hayatlara, NATO , Asala eylemleri ve Rabıta’ya kadar yakın tarihin bir çok dönemecine Kenan Evren’in ‘birinci tekil şahıs’ biçeminde anıları vasıtasıyla eğiliyor. Kitap sadece büyük dönemeçlerden , ülkenin içinden geçtiği önemli sosyo-politik ve ekonomik süreçlerden de ibaret değil, Ankaragücü’ nün birinci lige terfi edilişinden tutun da “Profitrole profitrol densin mi denmesin mi ?” sorunsalına kadar bir çok şeyi gündemine almış bir Cumhurbaşkanı portresi sunuyor bizlere. Kitabın en içe dokunur yanı da, hem Kenan paşayı, hem de Anadolu insanının paşasına duyumsadığı sevgiyi , saygıyı (gene paşasının ağzından) birebir yaşıyorsunuz. Bunun için yazarı Baskın Oran ; geçen süre zarfında görüşlerinin hiç değişmediğini itinayla belirtse de hazret nitelemesiyle andığı Kenan Evren’in izinde yürüttüğü arşiv çalışmasını onun ağzından aktarabilmek için , Kenan Evren mantığını anlamak zorluğunu ve sarf ettiği çabayı da şöyle dillendiriyor;“Gerçekten , siyasetin kötü ve pis bir faaliyet olduğu,siyasal partiler dışında derneklerin falan bu işe zinhar karışmamaları gerektiği,zaten siyasal partilerin de ülke çıkarları için değil, kendi çıkarları için çalıştıkları,kitlelerin kesinkes depolitize edilmeleri gerektiği,ama üst düzey komutanların ülke çıkar ve siyasetinin en iyisini bildiği, seçilmiş yöneticilerin kötü, atanmışların iyi olduğu, yönetime eleştiri getirmekle vatanı satmak arasında temelde pek de fark bulunmadığı, askeri doktorun ve yargıcın önce asker sonra doktor veya yargıç olması gerektiği , Türkiye’nin konumu nedeniyle ancak jeopolitik ve jeostratejik bir demokrasiye sahip olabileceği, çünkü dışının dış, içinin de iç düşmanlarla her daim örülü olduğu ve nihayetinde bölük yönetmekle ülke yönetmek arasında yalnızca bir büyüklük farkı bulunduğu kabul ediliverildiğinde, bu iş oluveriyordu..”Uğur Büyüktezgel

Emrah Serbes İlk Romanı İle Karşımızda

HER TEMAS İZ BIRAKIR: BİR ANKARA POLİSİYESİ

1 Ocak günü, Ankara’nın soğuğunda Kızılay’dayız. Doğum gününü kutladığı barın terasından atlayarak intihar ettiği sanılan bir genç kızın ölümünü araştıran Ankara Cinayet Bürosu Şefi Behzat Ç.

ile tanışıyoruz. Behzat Ç.’yi soluk soluğa izlediğimiz bu Ankara kışında karşımıza polis ekipleri, örgütler, üniversite koridorları, törelerimiz, babalar ve kızları çıkıyor. Sağlam bir kurgu, hızlı bir tempo ve akıcı bir dille bizi “Bir Ankara Polisiyesi”nde Behzat Ç. ile tanışmaya davet eden Emrah Serbes bizlerle…hertemasizbirakir

1. Genç bir yazar, ilk kitap. Biraz kendinden bahseder misin?

Yalova’da doğdum büyüdüm. Üniversite çağına gelince, artık nasıl bir can sıkıntısıyla tercih yaptıysam, Antalya’da turizm işletmeciliği okurken buldum kendimi. Okula fazla uğramadım, otellerde çalıştım. Sonra İstanbul’a geldim, dikiş tutturamayınca Ankara’ya yerleştim. Kapandığı güne kadar hayvan dergisi Ankara temsilciliğini yaptım. Halen kâğıt üzerinde öğrenci olarak gözükmekteyim. Akşam haber bültenlerini seyrederken evleri yıkan kepçe operatörlerini değil, gecekondunun damından kiremit atanları tutarım. Züppelikten hoşlanmam. Geceleri uyumam. Şu berbat dünyadaki tek eğlencem, hafta sonu Gençlerbirliği maçlarına gitmektir. Abartmayı severim, dolayısıyla bana en sık sorulan soru: “Ciddi misin?”dir. Bilmiyorum.

2. Edebiyatla ilişkin ne zaman ve nasıl başladı?

On üç yaşındayken babam önüme birkaç kitap koydu. Nur içinde yatsın, aydın bir insandı, geniş bir kütüphanesi vardı. Bende “okuryazarlık” aynı gün başladı diyebilirim. Okuduklarıma benzer şeyler karalamaya çalıştım. Sonraları iş ciddiye bindi, bilinen öykü, “bu çocuk yazar olacak” falan diye görüş bildirenler oldu. Ben de çeşitli türleri deneyip, pek çok metni yarım bıraktıktan sonra hasbelkader bir polisiye romanı bitirmiş bulundum. Dolayısıyla edebiyatla ilişkim yeni başladı diyebilirim.

3. Genç bir yazarsın. Üstelik de polisiye türünde yazıyorsun. Yayınevine/yayınevlerine romanını ilk gönderdiğinde nasıl tepkiler aldın? Romanını yayımlatma kararını nasıl aldın? Genç bir yazar olarak yayın dünyasına girmen nasıl oldu, romanını yayımlatma aşamasında neler yaşadın?

Bu açıdan şanslıyım, çile çekmedim. Metni İletişim’in Ankara bürosuna bıraktım, bir hafta sonra Tanıl Bora’dan mail geldi. Şöyle bir göz atmak için bakmış, sonuna kadar okumuş. Benden edebiyat editörlerine danışmak için süre istedi, birkaç değişiklik önerisinde bulundu, ki bunlar çok yerinde önerilerdi. En sonunda da işte, ” ‘tabi’leri çift i ile yaz biz bunu basalım” dediler. Ben de dedim ki, “gerekirse ‘tabi’leri dört i ile yazarız.” Bütün bunlar bir buçuk iki ay içinde oldu. Şimdi düşünüyorum da, gerçekten şanslı hissediyorum kendimi. Çünkü bu ülkede Orhan Pamuk’un ilk romanını, ödül almış olmasına rağmen, dört yıl boyunca rafta beklettiler. Aynı şekilde Oğuz Atay’ı beklettiler. Sevim Burak’ı yok saydılar. Hasan Ali Toptaş’a yıllarca burun kıvırdılar. Dolayısıyla en iyi yazarlarını süründürmüş bir ülkede, ilk romanı yayımlanmış biri olarak duyduğum sevinç biraz buruk, sanki bir kusur işlemişim gibi.

serbesfoto14. Polisiye roman türü ile tanışman nasıl oldu? Neden ilk romanını polisiye türünde yazmaya karar verdin?

Günlük yaşamda “Tadını aldın mı duraman,” diye müstehcen bir deyimimiz var, polisiye de böyledir. Okuduğum kitapların arasına düzenli olarak polisiyeler serpiştirirken tanıştık. Polisiye ilk etapta biraz ürkütücü bir tür; bir nevi sınav gibi anlaşılıyor, sanki kitabı okuyacaksınız ve katili bulamazsanız salak olduğunuz meydana çıkacak. Gerçek polisiyenin bu olmadığını düşünüyorum. Yani sadece muamma çözmeyi görev bilen zekâlar için yazılmaz polisiye. Bir takım “karizmatik” dedektifler “kötü” adamları yakaladığı zaman tatmin oluyorsanız, bu düzenin böyle sürmesinden memnunsunuz demektir. Neden polisiyeyi seçtiğime gelince, türe olan sempatim bir yana, bu büyük ölçüde birikimlerimle alakalı. Ben oyun yazarlığı eğitimi aldım. Oyun yazarlığı ile polisiyenin arasında ciddi bir bağ olduğunu düşünüyorum. İkisinde de sıkıştırılmış bir alanda hareket ediyorsunuz, kaleminizden çıkan her cümlenin kurguya hizmet etmesi gerekiyor. Bunu da mekanik olmadan, can sıkmadan, iskeleti ortaya sermeden yapmanız gerekiyor. Polisiye ilk başta bir kurgu temriniydi benim için, sonra temrin olmaktan çıktı. Sanırım abartmayı sevdiğimi söylemiştim.

5. Polisiye romanlardan (Türkiye’den veya Dünya’dan) takip ettiklerin hangileridir?

Memlekette Ahmet Mithat Efendi’den günümüze kadar polisiye adına kim ne üretmişse ayrım yapmadan okumaya çalışıyorum. Dünya edebiyatına gelince, biraz seçici olmak gerekiyor, aksi halde okumaya ömür yetmez. Suçun toplumsal boyutlarını da gören yazarlara öncelik tanıyorum. İlk aklıma gelen on isim; Simenon / Maj Sjöwall_Per Wahlöö / Jean Patrick Manchette / Taibo II / Leo Malét / Dashiell Hammett / Raymond Chandler / Friedrich Dürrenmatt / Patricia Highsmith / Ruth Rendell.

6. En sevdiğin polisiye roman kahramanı kimdir, neden?

Zor bir soru. Philip Marlowe’dan ve Maigret’den özür dileyerek, en sevdiğim “kahraman” Martin Beck’tir diyebilirim. Yalın çizilmiş bir kişidir ama aynı oranda incelikli ve derindir. Esasında, iş polisiye olunca ben “sert çocukları” severim. Yani olay yerinde bulduğu kıldan tüyden entelektüel çıkarsamalar yapan dedektiflere biraz mesafeli yaklaşırım. Dedektif dediğin işin içinde koşturmalı, odun kafalı olmalı manasında söylemiyorum bunu, aklını da kullanmalı elbet ama bu akıl yürütme burjuvanın her şeyi bilirliğini yüceltmemeli. Konu “en sevdiklerimizden” açılmışken, bugüne kadar okuduğum en iyi polisiyenin Manchette’in Keskin Nişancı’sı olduğunu da ekleyeyim.

7. Polisiye roman, dünyada edebi değer ve saygınlık açısından en çok tartışılan roman türlerinden biri olagelmiştir. Bu konuda ne düşünüyorsun?

İyi polisiyenin iyi edebiyat olduğuna inanıyorsak, kötü edebiyatın da kötü polisiye olduğunu kabul etmeliyiz. Yani bu kitabın kurgusu iyi, ama dili biraz kötü diyemeyiz. Karakterleri çok çekici ama düşünsel yönelimin de bir zaaf var diyemeyiz. Bunlar bir bütündür, yani çift taraflı gerektirmelerdir, biraz öyle biraz böyle olmaz. Akla mantığa savaş açmış bir öyküyle, kurguyu Allah’a emanet ederek iyi polisiye yazılmaz. Ben denedim, yarım kaldı. Yazılırsa da işte, edebi değeri tartışılır o zaman. Bunun yanında polisiye yazanların sürekli bir savunma psikolojisiyle, bizim de edebi değerimiz var demesine gerek yok bence. “Edebi değer”le ya da “saygınlıkla” kastedilen şeyin, türle alakalı olmadığını düşünüyorum. Simenon’u okumak için polisiyeyle ilgilenmeniz gerekmiyor. Örneğin ben, Simenon okumayan birinin kayda değer herhangi bir şey yazabileceğine ihtimal vermiyorum.

8. “Her Temas İz Bırakır” yayımlandığından beri kitabınla ilgili nasıl tepkiler aldın?

Olumlu tepkiler aldım. Tabii birinci dereceden yakınlarımın düşüncelerini, arada duygusal saikler bulunabileceği için çok dikkate almıyorum. Tanımadığım ve edebi birikimine güvendiğim kişilerin söyledikleri ise, başım gözüm üstüne.

9. Kitabınla ilgili benim en çok beğendiğim ayrıntılardan biri de cinayet masası ekibinin çok canlı olarak tasvir edilmesi oldu. Kitabınla ilgili, polislerden herhangi bir tepki aldın mı?

Almadım. Polisler bu kitap hakkında ne düşünür acaba diye de çok merak etmiyorum açıkçası. Ama şunu biliyorum, bir mesleği hakkıyla anlatırsanız, o meslek erbapları size düşman olur. Polis, kasap ya da öğretmen fark etmez.

10. Yayımlandıktan sonra kitabınla ilgili çıkan yazılarda da cinayet masası ekibinin canlı ve bizden tasvirlerine değinildi. Kitabi yazmadan önce bu konuyla ilgili özel bir çalışman oldu mu?

Bir sefer cinayet masasına gittim, söyleşi yaptığım bir derginin adını verdim: “Nasıl çalışıyorsunuz, merak ediyoruz?” dedim. Sağ olsunlar çay söylediler, bir saat sohbet ettik. Cinayet masası biraz daha rahat bir yer, polisiyle, çalışma tarzıyla. Bunun dışında daha önceden karakola düştüğüm olmuştu. Polis kafamızda cop kırdı, ardından bize dava açtılar polise mukavemet ettiğimiz için. Polis öğrenciye saldırırken, “Allahsızlar, İsrail Uşakları!” diye bağırıyor, bilmiyor ki salladığı cop, sıktığı gaz İsrail’den ithal edilmiş.

11. Kitabi okurken Behzat Ç.’yi ister istemez Petro Markaris’in Haritos’u ve Donna Leon’un Brunetti’si ile karşılaştırdım. Dünyaya olan inancını ve umudunu yitirmekte olan, yorgun, yıpranmış bir anti-kahraman Behzat Ç. Üstelik Brunetti ve Haritos’tan farklı olarak ailesi ile ilişkileri de pek iyi değil Behzat Ç.’nin. Onun yaşamla en güçlü bağı cinayet masası gibi görünüyor. Behzat Ç sence nasıl bir roman kahramanı ve neyi temsil ediyor?

Tam olarak şunu ya da bunu temsil ediyor diyemem. Bir roman kişisinin öncelikli görevi, kendini temsil etmektir herhalde. Tek yönlü değil, çok yönlü olmaktır. Yani toplumsal bir tip değil, karakter olmaktır. Ancak karakter olduğu vakit, içinden geldiği toplumsal yapıda bir şeylere tekabül edebilir. Bunlar aslında biraz karışık konular, şu şudur bu budur deyip, bu kadar kesin konuşmak da doğru değil. Behzat Ç., Brunetti ve Haritos gibi inancını yitirmekte mi? Senin de belirttiğin gibi, evet. Yorgun mu, yıpranmış mı? Evet. Herhangi bir siyasi görüşü yok ama tekmelediği, tokatladığı, yumrukladığı adamlar var. Kendine göre bir adalet anlayışı var. Son kertede bu “kendine göre” adalet anlayışının da sorunlu olduğunu, uyguladığı şiddetin sadece gücünün yettiği adamlara olduğunu anlıyor. Hem de ağır bir bedel ödeyerek, sonunda o da bu çarkın içinde masum bir dişli olamayacağını kavrıyor. Katil evin içinde otururken, hep evin uşağını dövdüğü için kendinden nefret ediyor. Bu memlekette katili bulmak hiçbir zaman zor olmadı. 1 Mayıs 77′de Intercontinental Oteli’nin çatısından ateş edenler kimse, Bahçelievler’de 7 TİP’li gencin boğazına yapışanlar kimse, katil odur. Katil evin uşağı değil, bu düzenin uşağıdır. Behzat Ç. iş işten geçtikten sonra, işte bunu anlıyor.

12. Ç. soyadı bana roman boyunca işi kurbanların katillerini bulmak ve yakalamak olan bu yorgun komiserin de aslında hayatın içinde boğulan bir kurban olduğunu düşündürdü bana. Behzat Ç.’nin soyadının bir harften oluşması neyi simgeliyor?

Az önce söylediğim bunun için de geçerli. Tam olarak şunu ya da bunu temsil ediyor diyemem. Ama doğru sezmişsin, çıkışserbesfoto2 esprisi buydu biraz, gazetenin üçüncü sayfaları bu tip soyadlarıyla doludur; Sabri Ç., Kadriye Ç.’yi on altı yerinden bıçaklamıştır örneğin. O Ç. pek çok şeyi temsil eder, bazen iki satırlık haber bütün yakın tarihimizi özetler. Bir de Ç. en çok hakkı yenen harftir Türkçe’de. Şıkları sayarken bile; A, B, C, D, diye gideriz. Kimse de “Hayır kardeşim, o arada bir de Ç. harfi var,” demez. Behzat Ç. biraz da o hakkı yenen Ç.’ye benziyor. Bunun dışında birbirini zenginleştiren anlamlara tekabül ediyorsa ne mutlu.

13. Romanında Behzat Ç. ve ekibi ile birlikte çözmeye çalıştıkları olayın izlerini takip ederken çok önemli toplumsal sorunlarla da yüz yüze geliyoruz. Türk aile yapısı, üniversitelerdeki olaylar, öğrencilerini taciz eden üniversite hocaları, küçük kızlara tecavüz eden babalar bunlardan bazıları. Sence toplumsal polisiyenin Türk romancılığında nasıl bir yeri var?

İstersen toplumsal değil de siyasi polisiye diyelim. Konunun uzmanı değilim ama pek fazla yazılmadığını biliyorum. Son dönemden aklıma gelen örnek, Ahmet Tulgar’ın Volkan’ın Romanı. Bunun dışında bizdeki siyasi polisiye kültürü, bir takım televizyon dizilerinden ötürü, sağ cenahın elinde. Sosyalistlerin yazması gereken konuları; çeteleşmeyi, yer altı dünyasını, faili meçhulleri falan sağcı adamlar, harıl harıl dizileştiriyor, filmini çekiyor. Bunun sonucunda, hiçbir eleştiri süzgecinden geçmemiş adamlar, medyanın uydurduğu bir deyimle söylersek, “kötü örnek” oluyor. Bizde kurmaca, hayata işte böyle müdahale ediyor. Çevremiz bir takım korsan Polat Alemdar’larla dolu. Polat’ın elinde silah var, bunlarda satır. Polat çoğu zaman tek başına dövüşüyor, bunlarda o kadar da şeref yok, otuz kişilik linç ekipleri halinde dolaşıyorlar.

14. Romanının değindiği toplumsal sorunlardan bahsetmişken Behzat Ç. ile yürürken karşımıza pek çok yerde “babalar” çıkıyor. Gerek romanının çarpıcı finalinde gerekse Behzat Ç.’nin babası tarafından açılmış ve ilerleyen yaşına rağmen izlerinden hala kurtulamadığı yaraları ile karşılaştığımızda babalarımızın hayatımızda bıraktığı izleri düşünmeden edemiyoruz. Bizim aile yapımızda baba figürü neleri temsil ediyor?

Jale Parla’nın Tanzimat romanını incelediği çok önemli bir kitabı var, Babalar ve Oğullar. Orada Osmanlı’dan beri devlet felsefemizdeki yöneticiyle, ailedeki baba fikrinin örtüştüğünü söyler. Tek tük örnekler hariç, bu metaforu benimseyen Tanzimat romanı, babasız kalan çocuğun yoldan çıkma öyküsü olarak da okunabilir. Behzat Ç.’nin sorunu babasız kalmak değil, baba figürünün bu derece baskın olması. Bizim sorunumuzun da bu olduğunu düşünüyorum. Ailede, günlük yaşamda ve devlette bu baba figürüyle hesaplaşmamız gerekiyor.

15. Romanınızda babalarının hataları yüzünden veya doğrudan babaları tarafından kurban edilen kız çocukları ile karşılaşıyoruz. Ayrıca babaların sahip oldukları otoriteye ve güce rağmen ne kadar çaresiz ve aciz kalabildiklerini de hissettiriyor “Her Temas İz Bırakır”. Kendi çocuğuna yabancı, onunla bir türlü iletişim kuramayan bir babanın trajedisine de tanıklık ediyoruz romanın finalinde. Sence Türk babalarının en büyük trajedisi iletişimsizlik ve en çok sevdiklerine ulaşamamak mıdır?

İletişimsizlik babalığın doğasında var zaten. En babacan babalarda bile, faşizan bir şeyler bulunur. Herkes son kertede annesini anlayabilir. Anne, “şöyle yapma” der, “başına kötü bir şey gelmesini istemiyorum.” “Neden” dersin, “çünkü seni dokuz ay karnımda taşıdım,” der. Babaya “Neden” dersin ve bunun cevabını tam olarak alamazsın. Ama bu çıkışsız bir şey de değil, bunun bilincinde olunduğu zaman mesafeyi kapatmak mümkün. Böyle konuşuyorum ama “babalık” uzmanı da değilim. Yani bir babam vardı ve öldüğü güne kadar çok iyi geçindik. Babamla girmem gereken çatışmayı, başka kişilere, başka alanlara aktardım.

16. İletişimsizlikten bahsetmişken Behzat Ç.’nin roman boyu sevdiği hiçbir kadınla istediği gibi iletişim kuramadığını gözlemliyoruz. Eski eşi, kızı ve hoşlandığı kadın da bunların içinde. Bizim ülkemizde sıkça yaşanan bir sorun bu. Sence Türkiye’de kadın ve erkeğin arasındaki bu iletişimsizliğin kaynağı nedir?

serbesfoto3Türkiye’de kayıtlı mülklerin yüzde 93′ü erkeklerin üstüne. Meclisin yüzde 96’sı erkeklerden oluşuyor. Tecavüz ettiğin kadınla evlenmek istediğini belirtirsen ceza indirimi yapılıyor. Türkiye erkeklerin tek kale maç yaptığı bir ülke, kadınları da bu oyuna almaya pek niyetleri yok. İletişimsizliğin temel kaynağı bu bence ve bunlar ertelenecek, devrimden sonraya bırakılacak sorunlar değil. Roller baştan dağıtılmış, erkek savaşacak, kadın ona cephane taşıyacak. Ulus’taki Zafer Abidesi’ne bakın, önde süvariler vardır, arkada obüs taşıyan kadın. Kadın ve erkek arasındaki hiçbir mesele, aşk da dâhil, bu sosyal saiklerden ayrı olarak düşünülemez. Bir de tali bir mesele var; her şeyi fazla ciddiye alıyoruz. İletişim kurmak için biraz rahat olmak lazım. Ama diplomatik ilişkiler revaçta, her şey karşılıklılık ilkesine göre. “Ben aradım, sen neden aramadın.” Birbirimize konsolos gibi davranmamıza gerek yok.

17. “Her Temas İz Bırakır”, ‘Bir Ankara Polisiyesi’ alt başlığını taşıyordu. Önemli polisiye roman dizilerinde kentlerin de çok önemli bir rol oynadığını, adeta yasayan birer roman kahramanına dönüştüklerini düşünüyorum. Sizce polisiye roman ve kent arasında nasıl bir ilişki vardır?

E. Allan Poe öykülerini milat alırsak, polisiye ile kent arasındaki tarihsel bağı da görürüz. Felsefi temelleri bir yana polisiye, işçi sınıfı kentlere akın edip de yoksulluk diz boyu olduğunda ortaya çıkmış bir türdür. Artan suç oranıyla, gazetelerin cinayet haberleri yazmaya başlamasıyla doğru orantılı gelişmiştir. Romanla burjuvazi, burjuvaziyle birey olma arasındaki bağlar hakkında çok şey söylendi. Burjuva esasen kentlidir ve burjuva toplumu Mandel’den ödünç alarak söylersek, bir suç toplumudur. Bir kenti anlatmaya çalışmakla suçu anlatmaya çalışmak aynı şeymiş gibi geliyor bana.

18. Ankara sizin romanınızda nasıl bir rol oynuyor? Eğer Ankara değil de başka bir kent olsaydı romanınızdan neler eksilirdi?

Herhalde o zaman başka bir roman olurdu yazdığım. Ben mekânı bir dekoratif bir öğe olarak görmüyorum, yani anlattıklarımın arka fonu değil. Zamanla mekân arasındaki ilişki ne ise, mekânla karakter, mekânla kurgu, mekânla tematik yönelim arasındaki ilişki de odur. Biraz malumatfuruşluk yaptım galiba, kusura bakma. Alain Robbe-Grillet kırk yıl önce buna itiraz etmişti. Yani şehri “kişileştirmeye”, her tasviri kurgunun bir parçası kılmaya. Tartışılması gereken bir sorun bu, üstüne düşünüyorum, kesin cevaplarım da yok aslında.

19. Bu aralar neler okuyorsun?

En son Murat Menteş’in Dublörün Dilemması’nı okudum, çok hoş bir roman. Ondan önce Barış Bıçakçı, Sevgi Soysal ve Graham Greene okudum. Dönüp dönüp Kundera’ya bakıyorum. Birkaç ay önce Murat Uyurkulak’ın Tol ve Har’ını okudum. Son yıllarda okuduğum en iyi iki romandı diyebilirim. Nurdan Gürbilek okuyup bol bol not tutuyorum. Aslında okunacak o kadar çok şey var ki, gözüm korkuyor. İnsan bir dönem sadece okumalı, bir dönem sadece yazmalı. Bu dönemlerin uzunluğu ne kadar olur bilmiyorum ama iyi bir taktik gibi geliyor.

20. Behzat Ç. bundan sonra başka Ankara Polisiyelerinde de karşımıza çıkacak mı?

Behzat Ç.’nin biraz dinlenmesi gerek, benim de bu arada başka kişileri yazmayı öğrenmem. Ondan sonra belki Behzat Ç. ile boğuşmaya devam edebilirim. Ama Ankara ve polisiye hala gündemimde, daha yeni başladık.

Söyleşi: Eylem Çamuroğlu

Bugün 2 ziyaretçi (14 klik) kişi burdaydı!

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol